spring – bahar

spring

Life grew and shrank and sharpened
as time passed, and he could not say
when the evening had fallen, or if those
lingering lights truly were the stars
he had known, or even if the moon
would ever reveal its beauty to him again.

For time can be cruel in its selfish
mockery of man’s hopes and needs,
and in the barest moment of calm,
voices emerge once more demanding
his attention as the moon drapes herself
in darkening clouds this night as well.

He knew this had to be so. He knew
there must be a summer of warmth
and playful abandon, and an autumn
of tearful regrets, and a winter
of most urgent and painful longing.

But the snows melted and night fell,
and he opened his doors again to find
his beautiful moon smiling down
on him, for Spring will always come
to those whose honest hearts can sing.

İstanbul 9 December 2021

bahar

Hayat büyüdü ve küçüldü ve keskinleşti
zaman geçtikçe, ve söyleyemedi
akşam çöktüğünde, veya bunlar
kalan ışıklar gerçekten bildiği
yıldızlardı, hatta ay bile, bilemedi,
güzelliğini ona bir kez daha gösterecekti.

Çünkü zaman bencilliğinde acımasız
olabilir, insanın umutları ve ihtiyaçlarıyla
alay edilmesi, ve en sakin anında,
sesler bir kez daha talepkar çıkıp
dikkatini çeker, ay kendini örterken
bu gece de kararan bulutlarda.

Bunun böyle olması gerektiğini biliyordu.
Biliyordu ki sıcak tutkulu bir yaz vardı
ondan sonra ağlayan pişmanlıklarla
bir sonbahar, evet, ve bir kış gelir
en acil ve acılı özlemin mevsimi.

Ama karlar eridi ve gece düştü,
ve kapılarını tekrar açtığında
onun özledigi güzel ayı yine buldu
gökyüzünlerde, onun üzerine gülümsediği
ayı, çünkü bahar her zaman gelir
dürüst kalpleri şarkı söyleyebilenlere.

İstanbul 9 Aralık 2021

Advertisement

ne kadar daha (“how much longer”)

Reciting one of my Turkish poems. I added a translation into English below.

Ne kadar kalacağım ben buralarda?
Bu kör sokaklarda gezip dolanmam
ne kadar daha sürer, söyler misin?

Çevremdeki dağlara baksam yine de,
doruklarındaki buz tabakası eriyip
kar çarşafı bulanıp toprağa kaybolur.

Ben de erim erim eriyorum ahirül’emr.
Kızım “Dahası var mı?” atıyor bana.
Benim gibi çok soruları var elhamdülillah.

Ama Ahir kabir sualimi katlanır mı?

“Bahar geldi sonunda,” diyor coşkuyla,
“Gel, Baba, dışarıda biraz oynayalım,
ne dersin?” Gözleri ümitle parlıyor.

Sevgiyi bakışlarında öğrendim yeniden.
Ama her şey sona erer Allah’ın emriyle:
sevmek de kalmak da olmak da.

Kesinlikle sorularım da biter
en sonunda, bundan hariç yalnız:
Ne kadar kalacağım ben buralarda?


How much longer will I reside here?
Tell me, how much longer
will I wander these blind streets?

And if I again glance at the mountains
that surround me, the snowy veil that covers
the peaks melts into the earth and disappears.

In the end I too melt away. My daughter
asks me, “Is there anything more than this?”
Like me, she too has many questions, thank God.

But does the end, the grave abide my questions?

“Spring has finally come,” she says happily.
“Come on, Papa, let’s play outside,
what do you say?” Her eyes sparkle with hope.

In her expression, I discover anew her love.
And yet it is God’s will that all must end:
loving and remaining and being.

Of course, my questions too must end,
ultimately, excluding only this:
how long will I yet remain here?

yalanlar (“lies”)

bıraktım nihayet bu işi
uzaktan geldim sana

sonu görünmeyen yolda
kaybolmuş bir adam gibi

vardım, boşlukla dolu
ellerimi uzattım sana

yattın birden bu hasis acınla
hakkımı helal etmeden

kuru sesimle bağırdım
bu ağır sükûtunda sana

evde olsa, sokakta da
vadii hamuşanda dururken

kara kapanmış gözlerimle
bir daha bakıyordum sana

beyaz kefene sarılmış biri var
toprak tarafından kucaklanmış

ama sen değildin
yoksa?

dünyanın ucu uzundur
öyle demedin mi bana?

neden yalan söyledin?
neden?



Lies

I have at last abandoned this affair
and come to you from afar,

like a man who has lost his way
on a path that never seems to end.

I arrived and extended to you
my hands full of emptiness.

With this vile pain, you suddenly reclined
without asking for my blessing.

In a dry voice I shouted
at you in the heavy stillness.

Whether at home or in the streets
stopping in the valley of the silent ones,

with my eyes shrouded
I looked once more at you.

There was one wrapped in a winding sheet
embraced by the earth,

but it was not you…
or was it?

Hadn’t you told me that
the end of the world is long?

Why did you lie to me?
Why?

yüreğimin dili (“the language of my heart”)

Bunu biliyorum—
I know this
at the very least
have known indeed
for quite some while
that I too was born
into the wrong time
much too soon
and far too late.

Benim doğumda—
at my birth
words fell from my lips
in an unnatural tongue
scattered noiseful
and achingly opaque
and ever since
I have seething sought
a most painful compromise.

Sözlerimiz—
our words
are more than bandied intent
but an egress of the soul
to a translucent realm
of purest feeling
and emancipated hope
language honestly expressed
conveys a private truth.

Keşke ben—
if only I could
your language longing speak
and evoke the voice
of an honest poet’s heart
then could these words
of mine in a tongue derived
caress your soul
as they do mine:

aşkım
seni görünce
yüreğim titriyor

prensesim (“my princess”)

I know I shared this one only recently, but wanted a chance to record it as well for any who might have wished to hear how this sounds in Turkish:

prensesim,
yüreğimin sonsuz amiri
yıldızların parlayan şiiri
her renginin mükemmelliği
bütün soruların en doğru cevabı

prensesim,
inan, sana yüreğimi
sonsuza dek veririm
öldüğümünden sonra da
durmadan veririm sana

prensesim,
göklerin güzelliği
senden akar bir nehir gibi,
kayığımın içinde geziyorum
hep seni beklerken


my princess,
eternal master of my heart
shining poem of the stars
perfection of every color
truest answer to all questions

my princess,
believe, to you I give
my heart forever
and even after I die
ceaselessly I give it to you

my princess,
the beauty of the heavens
flows from you like a river,
and within my boat I journey
waiting ever for you


[Feel a need to apologize, just in case–it has been quite a while since I’ve written anything at all in Turkish, let alone a poem. So if I have made shameful mistakes, please forgive me.]

uzaktan

uzaktan duydu yüreğim
yumuşak bir aryayı duydu
sakin bir sabahı andıran
doğal bir sesi duydu
ve bunu dinleyip uğraşıyordu
anlamaya

uzaktan gördü yüreğim
aydınlık bir umudu gördü
pırıl pırıl parlayan
gecenin ilk yıldızı gibi
ve ona bakıp uğraşıyordu
hatırlamaya

uzaktan sevdi yüreğim
o kadar güzel bir kadını sevdi ki
gece yalnızlığının soğukluğunu
defeden yeni doğan güneş gibi
ve onu isteyip uğraşıyordu
uçmaya

Renklerin (Your Colors)

[NOTE: Sometimes a verse comes in a language of its own choosing. But I wanted this one to be understood in English as well. It was important to me. So the translation is below.]

bütün renkler aniden kırılırsa
beni hâlâ seslenebilir misin
aşkım

tüm tonlarım gündüz gece
sesinin derinliğinden yükselir
neşeli

çağrın beni bulmadan önce
boş bir düşünce gibi geçti
hayatım

boya beni sözlerinle dokularımı
boya işte arzularımı ve izin ver
yaşamıma

(if all the colors were suddenly to crack
would you still be able to speak me
my love

day and night arise all my tones
from the depths of your voice
joyful

before your call had found me
like an empty thought had passed
my life

paint me, my textures, with your words
color thus my longings and permit me
to live)

Salt Lake City 22 May 2012

A mosaic from Aizanoi, Turkey (1992)

Anne (Mother)

ismim adamdır, hayır bu doğru değil
adım oğul, senin oğlun, insanoğlu
aslında, iki yüz bin yılın küçük bir
parçasıyım ben bu soğuk geçici cihanda
kırk sekiz yaşıma vardım demin ve
anladım ki yaşlandım artık inan bana
zayıfladım da hem bedensel olarak
hem de zihinsel, ağıtsal geliyor bu
kalbimde bile kalmadı eski gücüm

neyse tükendi yaşamım, canım anne
söyle bana, hayatta olsaydın hâlâ sen
hakkımda ne düşünürdün günün ışığında
gurur duyurdun mu sen uzun boylu
çatlak suratı çok öğrenmemiş oğlunla
yoksa yüzünü çevirir miydin tabana
üzgünüm anne acı acı üzgünüm ben
bu aptal adama verdiğin hayatımı
boşuna verdin saf bembeyaz ruhundan

bu sabah bir göz attım gökyüzüne ve
fark ettim ki gökyüzün rengi aynıydı
doğduğum günkü öfke dolu rengi ile
hiç değişmemiş şu sonsuz gök küresi
müziğimi çalarken C notu da aynı
babam sana söylediği şarkının notu gibi
dünya değişmiyor bir türlü anneciğim
anlayamıyorum, anlamazlığım da aynı
biliyor musun aynı evde oturuyorum
aynı tanıdığın biriyle bile, evet tam o
gördüğün perdeler daha asılı duruyor
pencerede aynı model aynı renk
herşey aynıdır, hatırlıyor musun bunları
gerçekten bu renkten nefret ediyorum

fakat kinimi kanımı boş yere harcıyorum
nafile sürdürüyorum bu anlamsız varlığımı
anlamsız diyorum ben ama bu hayatın
asıl anlamı anlamsızlıktır biliyor muydun
bu gerçeği oğrendin mi ayrılmadan önce
galiba bilmiyordun canım annem şükürler
Allah’a şükür, aileni bile tanımadan gittin
öbür inanamadığın dünyaya ve sevdiğin
oğlun burada kaldı çirkin hatasıyla dolu
suçlarla kusurlarla dolu bırakıldı daha
niye, soruyorum ki, neden yaşıyorum
ben bu ipsiz sapsız cihanda aptalca
yakalanmış ahlaksız adam bu tuzakta

yaşlandım artık anneciğim, zayıfladım
bedensel olarak zihinsel de, buradayım
geleyim mi anne geleyim istersen
çağır beni önceki gibi güzel sevgiyle
dolu sesinle çağır ve geleyim hemen
inan bana anne, nihayet geliyorum inan

Salt Lake City 09 May 2012